.
  KENDİ YAZILARIM...
 

Yaşlı Kızılderili Reisi

Aslına bakarsanız bu hikayeyi çok zaman önce duymuş,okumuştum velakin bu zamanki kadar iyi kavrayamamıştım Çevreniz ve nefsiniz sizi öyle bir hale getiriyorki kendinizi bile tanıyamadığınız zamanlar olabiliyor hiç yapmayacağınız seyleri yapar hale geliyor kendinize yabancılışıyorsunuz işin özü bu hikayede gizli hani Çinlilerin meşhur simgesi var ya o misal her iyinin içinde zerre miktarı da olsa kötü her kötü ve kötülüğün içinde zerre miktarı olsa iyi ve iyilik mevcuttur ve sizi yönlendiren seyde içinizdeki bu iki güçtür çevre ve nefsiniz size sadece gerekli ortamı hazırlar bu yüzden illaki bi suçlu arayacaksanız içinize bakın ve bunları düşünerek bu hikayeyi okuyun olmaz mı
 
 
 
Yaşlı adam kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
"Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
"İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları."
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
"Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
"Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o!"
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------


SENAİ DEMİRCİ
--------------------------------------------------------------------------------------------------------



Ölüm değil beni korkutan boş bir hayat ardından,
varacağım yer olması sıkıyor canımı.
Nedir ki kırk’lı elli’li yıllar, billahi çok değil.
Hele hele çizilen bu yolda bize hiç gelir.

Ne beklersin ki hayattan çorbacı?
Ne bekler hayat senden?
İkiniz de tüketirsiniz hoyratça zamanı.
İşte geride kalanlar sıkar biraz canımı.
Yedi yaşında başlarsın okula, sayma ondan öncesini.

Sonra yıllar yılı gider gelirsin kara tahtalı değirmene.
Berrak zamanı öğütmek için.
Yirmi iki civarı alırken diplomanı, tüketivermişsindir üçte birini zamanının.
Diploma yetmez diyor çorbacı.
İyi bir iş bul hele bakalım.
Askerliğini de yap, sonra da evlen bakalım.
İşte bir on yıl daha uçuveriyor ansızın.
Yaş oluyor otuz beş.
Gerçekten yarısı mıdır yolun?
Belki de yarısından da yakın.
Geriye bakma sakın, ey küheylan kopuverir zincirleri hayatın, bir iplik gibi ansızın.

Hele bir borçlarımızı da ödeyelim,
sonra daha iyi yaşarız, şimdilik biraz sabır diyor karım Nazife…
Eee doğru da söylüyor hani.
Hele başımızı sokacak bir yuva olsun da gerisi kolay diyor.
Eeee bu da doğru hani…
İşte böyle yitip gidiyor zaman…
Hep on seneler yirmi seneler eriyen buz misali.
Karım, çocuklarım, kooperatif başkanım, yardımcım,
Tek tük arkadaşlarım ve tv’deki haber spikeri…
Bu kadar çevremizdekiler, bunlara bakıyor yıllardır gözlerim.
İşte bu yüzdendir ki, miyopsun diyor doktorum.
Tak iki numara gözlük, ellinci yaş günümü kimse fark etmiyor bile.
Çünkü ufaklığın diploma töreni var.

Ne biçim alışveriş bu anlayamadım gitti.
Yapmak istediğim bir çok şey özlem kapısında gitti.
Hırs ile saldırıyorum mutfağa, ne varsa atıştırmak için…
Sıcacık bir el tutuyor elimi.
Perhiz yapmalısın artık diyor karım Nazife.
Eee doğru da söylüyor hani.
Kalan on yılımın birkaç yılı hastalıklarla geçiyor.
Gerisi de torunların peşinde.

Eee hani yaşayacaktık?
Hani yaşayacaktık diye bağırıyorum!!!
Sakin ol! Sakin ol! diyor karım, tansiyonun düşecek.
Eee doğru da söylüyor hani…
Nedir hayatın kısır döngüsü, anlayamadım gitti.
Elimdeki tek sermayemdi, bir gün gibi bitti.
İyi yaşadık, hoş yaşadık diyor karım Nazife…
Patronların da pek severdi seni.
Çok da çalışırdın hani, Bak her şeyimiz var.
Büyüdü sayılır çocuklar da…
Daralacak da ne derdin var?!.
Hadi neşelen artık.
Eee doğru da söylüyor hani.
Bir karı, birkaç çocuk, bir ev, bir araba…
İşte hayatın bilançosu bu!

Hayır, hayır korkuyorum ölümden…
Boşa geçen bir hayatın ardından nasıl gidilir oraya?
Özgürce çizmeliydim, hayatımı zor da olsa.
Özgürce ulaşmalıydım sona.
Yalnızlıkla bile yaşansa, kanaviçe gibi dokumalıydım hayatı…
Güzellikleri, sırları...

Güzel yaşanmış bu gün; her dünü bir mutluluk rüyası, her yarını bir umut hayali yapar.
İyi bak, onun için bu güne, böyle olmalı şafağa selâm..!
 
--------------------------------------------------------------------------------------------------------

YAZILARIN DEVAM ETMESİNİ İSTİYORSANIZ DÜŞÜNCENİZİ YAZINIZ...BURAYA TIKLAYINIZ..

Kes çığlıklarını yüreğim, karanlıklar seni duyamaz…
Kes ki, matemlerle, kederlerle örülmüş bir girdaba düşmüş omuzlar, seni taşıyamayacak
kadar yorgun… Geçmiş vakitlerin ruhunun ağırlığıyla zaten bitap düşmüş bu mahkum, ağaçkurtlarının yiyip bitirdiği gövdesiyle ümitsizlik okyanusunda zillet ve boyuneğiş
mücadelesine devam ediyor çünkü…

Sus işte, sus terennümlerinde aşkın yeri olmasın, acemaşiran nağmelerin derin sükuta bırakmasın yerini… Ey kalbim bana hatırlatma, kahkaha ve neşe sedalarını, kaygılara, korkulara, onulmaz bekleyişlere, kahredici ateşlere dönüştürme…

Yakma içimi ve sis bulutlarının içine defnetme hülyalarımı… İnceden inceye ‘gel’ diyen davetkar sesinin tınılarıyla bir ince gırnap gibi sarılma boğazıma… Pusu kurarak bed yüzlü çehrelerle çıkma karşıma, fecir yüzlü sevdaların tuzağına düşürme beni…

Parmakuçlarında yanaşma yanıma, nüfuz ederek melankolime, kapama gözkapaklarımı gizli parmaklarınla…
Sus, sus ki, dehşetli rüyaların esiri olmayayım, zan ve vehim peçesiyle sarmalanmış ruhumu bırakmayayım alışmadığı yerlere… O yerler ki, vahaların serin ılgıtıyla, gülşenlerin ıtırlanmış kokusuyla evli de olsa bir garip kalır burada…

Bırak, bırak ki, ruhumun sabahı eceliyle yaşıt olsun..
Sus yüreğim, haykırma, cezbolma güzelliklere… Onlar ki, gecenin medcezirine ibtila olur, ardından gider, sonra döner pervane olurlar ışığa, yokoluşa…

Sen ey kalbim, idrakimin köşe bucağında suskunlaşmış bir düşünce olarak kal… Ebediyette ölümle hayatın zifafa girdiği gecelerin kanatlarına takılınca dalgalanma birdenbire, tutuşma…

Özgürlüğüme göz koyma, koyu renkli sevdaların albenisine bahtsızca at sürme, ayartma hayallerimi ve sızlatma kıyımı bucağımı gözalıcı vaadlerle…

Yakarışlar, senin nidandır yüreğim… Kalk ve sakince yürü kalabalığın ardı sıra…

Heyhat yüreğim, dövünmelerim özlemlerini teskin etmiyor, gözyaşlarım susuzluğunu dindirmiyor, hüzünlerim depremlerini bitirmiyor ve görüyorum ki, sahnesiz trajedim senin oyun hevesini alaşağı etmiyor.


Cemreler düşüyor sana güneş her uyandığında, gülümsediğinde… Umutların arkasına türkü yakıyorsun ve kutsal sevdalar ummanına yelken açmayı hayal ediyor, bekliyorsun. Gurbetleri gömüyor okyanuslara, sılayı düşlüyorsun..

Ve sen ey kalbim çığlıkların tükenmiyor bir türlü, sesleniyor, haykırıyor, bağırıyor, istiyorsun!

Git o halde, azad ettim seni… Müebbet sevdaların gamlı hazanına koş… Nisan ovalarının menekşe kokularına karış… Yokol sevda çimenlerinde..

Ve kalbim, ey kalbim… Değecekse eğer karanfillere git oraya… Kanlı tırnaklarınla kazı aşkını taşlara… Bir daha çıkmamacasına, ölesiye kazı onu…
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

UNUTMAK NE DERİN ŞEYDİR Kİ, unutanlara unutuşlarını bile unutturur. Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamaz.

 

‘Nisyan’dan, yani unutuştan çıkarıldık her birimiz. Yüzümüz gün yüzüne değeli, tenimiz güneşe erişeli beri unutulmaktan alındık, unutmaktan sakındık. Hatırı sayılır olduk. İsmimizin orada burada anılması bizi memnun etti. Ne var ki, unutmak yaşamak kadar elimizin altında ve unutulmak ölüm kadar yanıbaşımızda. Ölüm bizi geldiğimiz yere, ‘nisyan’a götürüyor tekrar. Ölüm unutuşlara gömüyor yüzümüzü; tenimizi tanıdıklarımıza yabancılaştırıyor. Yaşarken ölümü anmıyoruz o yüzden. Yaşarken ölümle aramıza sahte mesafeler döşüyoruz. Unutulmak korkusu bu... Galiba, en çok, unutulacağımızı unutuyoruz. 
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Soğuk bir kış gecesiydi. Karanlıklarda ufalan gölgeler adım adım köşelerde kaybolurken, soğuktan titreyen bir yalnızlığa uzuyordu gece. Gölgeler köşe başlarını tutmuş, geçişi olmayan setler oluşturuyordu geceden sabaha.

Küçücük düşlerin kocaman hayalleri yırtıldı sabahın ilk puslu ışıklarında. Sabah aydınlığını güneşten alırken, güneş yüzünü göstermemek için inatla direniyor saklanıyordu bulut arkalarına.
Gün çoktan tepeleri aşmış. Karanlıktan kurtulan köşe başı yalnızlıkları, İnsan yüreklerinde, yerini yeni umutlara bırakmıştı bile.
Geceden sabaha geçişler hep sancılı hep bilinmezi kucaklarken.yalnızlık türkülerini çalan tamburlar susmuş,silinmişti nağmeler..

o nağmeler ki gecenin koynundayken öyle içli öyle sevda kokuyordu ki..yırtılan sabahın karnında doğmayı bile istemediler.

şaşkın sabah ufacık insanlara umut dağıtmak için araladı perdelerini.evlerden sokaklara taşan telaş umuda hoş geldin derken umut çoktan silinmişti bile gözlerde…
gönüller hıçkırdı özlemle gecenin koynuna koşmak istedi.tel örgülerle çevrilen gece onlara dur dedi bekle.daha bana çok var..önce günün saklayamadıklarını yaşa.sonra ulaş koynuma.değer de..

karanlıkların gizlediği gizleri özledi insan oğlu…kendini bulma iç güdüsüyle sığındı en sevdiği kollara,zaman akarken su misali ne gecenin gizi ne sabahın gerçeği yaşatmadı kurulan düşleri..yılgın, sessiz, çaresiz kapandılar toprağa..

sus dedi bir ses..yağmurlar düştü bulutlardan toprağa,şimşekler karartırken gökyüzünü..yağmur damlaları koştu özlemle yeryüzüne..kavuşmanın heyecanı öylesine görkemliydi ki..selam durdu dağ yamaçları,selam durdu hırçın akan ırmaklar..
geceden sabaha ulaşan yolda bekledi umut..

büyümek içindi girdiği yürekler….

bir sigaranın ucunda pembeleşti hayaller..

sisli perdeleri açtı bir el gülümsedi bakışlar.

kaybolan kimdi,kim hiçliğe karışmıştı anlaşılamadı..
umut bir kış sabahı saklandığı yerden çıktı.ben dedi..

geldim dedi,hadi dedi..

ve bir el çekip aldı umutları..

olmaz dedi..

bekle dedi..

zaman dedi..
sessizlik boynunu büktü..çaresizlik diz boyu kapandı yerlere…

ufacık bir yürekti,kocaman bir eşkıya yüreğine sığınan..

karlı bir kış sabahı sürdü gitti temmuzlara…

haykırdı..!

nefes diye ama duyan olmadı….!

ÇARE"SİZSİNİZ" 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------

“Neyi arıyorsan sen, O’sundur” der
Mevlana..

Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık...
Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sürükleyip,kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır.


Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslında, her sevda
ruhumuzun bir başka yüzü...

Her aşkta kendimizi ararız,
o yüzden bulduklarımız benzerimizdir.

Resimlerini yan yana koyun sevdiklerinizin
ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden
kendi yüzünüz bakacaktır size...

Aşk denilen kaleydoskobun buzlu camına gözünüzü
dayadığınızda,binbir cam rengarenk ışıklar saçarak
döndüğünde,her seferinde bambaşka şekiller
ördüğünü görürsünüz.


Her camda, farklı bir renginiz vardır;
her şekilde sizden bir parça...

Aşklarınız hülasanızdır.
Sevdiğiniz her adam,
beğendiğiniz her kadın
farklı ruh hallerinizi ele verir;
arada bir çevirdiniz mi kaleydoskobu, cam paralar yer değiştirip
yeni şekiller alır;
hepsi siz...

Sevgilinizin gözlerindeki dolunay,
sizdeki ışığın yansımasıdır aslında;
dilindeki sizin ilhamınız,
tenindeki sizin yansımanızdır.

Yoksa halâ bir sevdiğiniz,
O henüz kendinizi
bulamadığınızdandır...
 
------------------------------------------------------------------------------------------

Ben kalbimi dünyanın dert duvarları arasında ezdirdim
Çok özledim sonsuz genişliğini secdelerin
Ben ruhumu zehir parmaklıklar ardında tutuklu bıraktım
Öyle çok susadım ki ilk tekbirin;dudağımdan içtiğim serinliğe
Ben bencilliğin dehlizlerinde ümitsizce
dolandım...dolandım...dolandım...

Öyle çok hasretim ki bir rukün kavsinde
Belimi kıran ayrılıkları göğe savurmaya
Ben ellerine cilveli kelepçeleri vurulmuş bir zavallıyım
Çok isterdim bir kıyamın kıyametinde
İçimdeki bütün kuşları dağlara uçurmayı
Ayaklarımı dar zamanların prangalarına kaptırdım ben
Öyle hasretim ki yalnız ve yalnız sana kul olmayı
Cümle dilenciliklerden kurtulmayı
Öyle hasretim ki göğsümde sakladığım kanadı kırık serçeleri
Rahmetinin yuvasına uçurmaya
Öyle çok hasretim ki yalnız ve yalnız sana muhtaç olmaya
İçimde saklı sancılı incileri rahmetinin kıyılarına savurmaya
ahdettim

Mülteci ellerimin ayazında ölmüş kelebekleri
Kudsi levhanın dokunuşuna emanet etmeye geldim
Ben gururun mahkumuyum...
Ben gerçeğin kaçkınıyım...
Ben günahın tutsağıyım...

Ben isyan çöllerinin çorağına sürgün bir yetimim
Sevindir beni,sevdir,sevindir,sev,sevdiğini bildir...
Hüzünlerimi bir secdenin billur sularında erit ne olur
Ne olur korkularımı rahmetinin kucağında teskin eyle Sen
Ben sahte uzaklıkların sürgünüyüm...

Ben içine kalbimi sığdıramadığım dar vakitlerin küskünüyüm...
Öyle özledim ki seccademin alnımdan öpüşlerini...öyle özledim...
İşte huzuruna geldim ...

Şöyle başımı sokacak bir umudum olsun istedim
İstedim ki yüzünden menekşeler toplayacağım sonsuz ovalarım olsun
İstedim ki koşup koşabildiğim kadar
İçimde sakladığım bütün uçurtmaları rüzgarlara verebileyim
Ben sonsuz derinlikte uykuların yitiğiyim
Ben unutuş uçurumların dibinde unutulmuş bir cesedim
Ben benlik ve bencillik yabancılıklarında
Evine yol bulamayan bir yitirmişim

Çok özledim En Sevgilinin en çok sevdiği yerde durmayı
Öyle hasretim ki öyle muhtaçım ki
En Sevgilinin en çok sevildiği halde olmaya .............

 

 
 






UNUTMA

 İnsan toplum halinde yaşayan bir varlık. Doğumla başlayan hayatı ailesiyle beraber sürer. Büyür, eğitim çağına gelir, okula gider, okul arkadaşları edinir, evlenir, çocukları olur...

 Bir değirmen misali dönen hayatta güzel işler yapmak, başarmak, mutluluğu yaşamak, hayırlı insanlardan olmak ister.
Hayatta başarılı olmak elbette kolay değil. Huzur ve mutluluğu yakalamak da. Bu nedenle düşünmek, çalışmak, üretmek, paylaşmak gerek.

 Toplum halinde birlikte yaşadığı insanlarla bir araya gelmek, birlik ve beraberlik içerisinde yardımlaşarak hayatın ağır yükünü paylaşmak zorunda insan. İnsan, görev ve sorumluluklarla iç içe yaşadığı hayatı en güzel bir biçimde değerlendirmek durumunda. Edindiği bilgiler, yaşadığı tecrübeler hayatını olumlu açıdan etkiler.
Başarılı olma yolunda edinilen bilgiler, tecrübeler kadar, verilen desteklerin önemi de büyüktür. Pek çok insan; ailesinden, çevresinden gördüğü maddi ve manevi desteklerle başarıyı yakalayabilmiş, iyi bir makam ve mevkie gelmede yine böylesi destekler etkili olagelmiştir. Sırtını güçlü çevrelere dayayan pek çok insanın bu güç nedeniyle önemli makamlara yükseldiği, başarılı ve etkili isimler olduğu da çoğu kez görülmüş ve duyulmuştur.

 Zenginliğiyle tanınan kimi insanların zenginlikleri, zengin bir babaya ya da önemli bir mirasa çoğu kez dayandırılmaktadır.

 Bu ve benzeri örnekler başarıda, makam ve mevkide ya da zenginlikte maddi ve manevi desteğin önemini elbette belli ölçüde yansıtmaktadır.

 Ne var ki işin daha önemli bir yönü bu desteklerin çekilmesi halinde, destek alanın acı durumu. Desteğe güvenen, ona dayanan, onsuz olamayan insanın ani düşüşü...

 Atalarımız, “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür” sözüyle bu acı hali ne güzel ifade ederler.

 İnsan elbette çevresinden güç, kudret ve destek alacak. Ama nereye kadar?
Kendine güvenmeyen, kendi ayakları üzerinde duramayan insanı hiçbir destek ayakta tutamaz. Boş bir çuval dik durur mu? Taşıma suyla değirmen döner mi? Ne zamana kadar? Su bittiğinde hangi güç değirmen taşını çevirecek?

 İnsan için asıl sermaye kendi birikimidir. Kalıcı olan; alınteriyle, beyin gücüyle, güven duygusuyla geliştirdiği gerçek sermayedir.

 Zenginlik tükenir. Mal yanar, sermaye biter. Bir yangınla her şey kül olur. Destek aldığımız insan ölür. Yalnız ona dayandığı için yapayalnız kalırız.

 Ama sermayemiz; kendimiz, beynimiz, emeğimizse... bu tür sıkıntıları aşmak kolay. Kısa bir süre sonra emanet sermaye ile değil gerçek sermayemiz ile yolumuza yürürüz.

 Şirin’ine kavuşmak isteyen Ferhat dağları deldi kendi gücüyle. Büyük kahramanlar iradeleriyle, kararlılıklarıyla nice zaferler kazandılar. Sevgili Peygamberimiz, “Sağ elime güneşi, sol elime ay’ı verseler yine de bu ilahi gerçekleri dile getirmekten vazgeçmem” dedi.

 Ölene, bitene, eskiyene, çürüyene değil, eskimeyen değerlere bağlanmamız gerek.

 Sevgili Peygamberimiz Allah’a kul olmamızı istedi bizden. Ebedi ve ezeli olan Allah’a dayanmamızı, yalnızca ona ibadet edip yalnızca ondan yardım dilememizi öğütledi.
Ecdadımız zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih ettiler, kendileri oldular, kendilerine güvendiler, sırtlarını başkalarına dayamadılar. Başkalarına minnet etmediler. Kendi değerleriyle var oldular. İzzete sarıldılar, aziz oldular.

 Yaşadığımız sürece yalnızca başkalarının desteğiyle değil, asıl kendi değerlerimizle ayakta durmaya çalışalım.
Ağacın kuruyacağını, insanın öleceğini unutmayalım.

 Kendimize güvenelim, kendimizi yetiştirelim, öğrenelim, eğitelim. Birikimlerimizi artıralım. Kendi değerlerimizle; başarıya, mutluluğa, huzura koşalım.

 Çünkü:

 Kendine güven ki hep bütün işler,
Senin gayretinle büyür, genişler.
Unutma: “Ağaca dayanma kurur,
İnsana dayanma ölür.” demişler.


                                             SONER ARISOY

 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol